Yaşam

‘Aile’: günümüzün ataerkil trajedisi

Ayşe Naz Bulamur

Fransız-Amerikalı yazar Raymond Federman’a göre bir metnin sırrı görünmeyendedir. Tek bir satırı bile olmayan bir karakter, sayfaların ortasında hayalet gibi dolaşıyor. Hikâyenin özü bu isimsiz, bilinmez, sessiz boşlukta gizlidir. Sadece kelimelere odaklanan okur, satır ortasında her anı gizliden gizliye şekillendiren can sıkıntısını kaçırır.

Serenay Sarıkaya ve Kıvanç Tatlıtuğ’un ‘Aile’ dizisinde de asıl sorun göz kamaştıracak kadar hoş karakterler değil, fiziksel yokluğuna rağmen her sahneye musallat olan baba. Oğlu Aslan, hayatının aşkı psikolog Devin ile tanıştığında ilk kez “Babam intihar etti” cümlesini kurmuştur. Nejat İşler’in canlandırdığı Aslan’ın ağabeyi Cihan, yıllardır babasının intihar mektubuyla boğuşuyor. Oğullarına ağlamanın zayıflık olduğunu öğreten baba, artık bilinmeyen kendi kaygılarına yenik düştü. Çocuklarına kendi umutsuzlukları ve kaygılarıyla baş etmeyi öğretmek yerine, onlara bu sözde erkeksi olmayan “zayıflıkları” bastırmalarını emretti. Soykan ailesinin güçlü, yenilmez imajını sürdürmek için yas tutacak kadar yaşayamayan iki kardeş. Aralarındaki uçurum daha da büyüdü.

‘Gözyaşı erkeğe yakışmaz’

“Erkekler ağlamaz” miti, Platon’un “Devlet” adlı kitabına dayanmaktadır. Sokrates, yalnızca savaş zamanında ölenlerin ardından ağlamaya layık kadınları, toplumda hayranlık ve saygı uyandırmayan kadınları görüyor! “Hikayeler asla askerlerin yas tutmasını göstermemeli” diyor. Kahramanların yiğit görüntülerini ve savaşın gerekliliğini zedeleyen gözyaşları erkeklere yakışmaz. Tabii hikâyelerde askerlerin ağlayışına tanık olan çocuk büyüyünce neden savaşa gitsin? Hiç Yunan trajedilerinde ağlayan erkek gördünüz mü? Babasını öldüren ve annesinden bir çocuk doğuran Oedipus bile kim olduğunu öğrenince ağlamaz.

‘Aile’de bugünün ataerkil trajedisi. Maçoluk uğruna duygularını bastıran erkekler ile eril sistem içinde dağılan kadınların dramı. İki kardeş, küçük çocuklar gibi şık kıyafetlerin, lüks arabaların, çekici gülümsemelerin, güç gösterilerinin ve sakalların arkasına saklanır. Parıltı Sürer’in canlandırdığı anneleri bu saklambaç oyununda başrolü oynuyor. Çok sevdiği oğlunun annesinin değil de kendi duygularının peşinden gitmesinden ve dolayısıyla yalnız kalmasından korkar. Oğlunun her zaman onun etrafında dönmesini istiyor.

Ama ‘Aile’de merkezde anne değil baba var. Her zaman dimdik duran anne Hülya Soykan’ı elindeki tabancayla bacağına gardiyan sıkıştırması bile güçlü kılmıyor. Oğlu ve eşi Devin’i ne kadar üzmeye çalışırsa çalışsın, her zaman ölmüş kocasının gölgesindedir. Evliliklerinde ne olursa olsun kocasıyla hiç yatmamakla övünen anneye Aslan, “Bizim ilişkimiz sizinkinden farklı” diyor. “Doğru,” diyor annesi, “baban bana hiç aşık olmadı, beni hiç sevmedi.” Oğulları gibi, kocası öldükten sonra bile hep geri planda kaldı. Kadınlığını yaşayamadı. Kendine nasıl hissettiğini hiç sormadı. Artık Devin’in sahip olamadığı tatmini yakalamasını istemiyor. Her entrika, her karalama aslında kendi çaresizliği, özgüveni…

Aslan’ın en büyük korkusu, karısının zamanla kazanacağı güçle annesine dönüşmesidir. Ancak Aslan’ın farketmediği şey, Devin’in boşanmış ailesine ve sorunlu ablasına rağmen kendi duygularıyla savaşmayı öğrendiğidir. Neden üzüldüğünü, ne istediğini ya da asla tahammül etmeyeceğini haykıran, yeri geldiğinde mafya sevgilisinin karşısına çıkan ya da tutan bir kadın. Aksine kayınvalidesi imajı için kendi benliğini unutmamıştır.

Ofisinde Cihan’a, evde ise kocasına uyguladığı seanslarla adım adım iki kardeşi saklandıkları yerlerden çıkarmak için adımlarını atıyor.

KESİNTİSİZ IŞIKTAN KARANLIĞA…

Psikolog Devin’in seyirciyi içsel bir yolculuğa çıkaran seanslarına dizinin konusu da eşlik ediyor. Antik Yunan filozofu Aristoteles’e göre bir trajedinin en değerli unsuru yüzyıllardır bilinen hikâye değil, bu hikâyenin işlenişidir. Sanatı sanat yapan bu kurgunun başlangıcının, gelişiminin ve sonucunun ince planlanmasıdır. Örneğin Kral Oedipus’un babasını öldürüp annesiyle evlendiğini kendisi dışında herkes bilir. Oyunun ilk sahnesinde Sokrates, Oedipus’u bir katil olarak değil, salgın sırasında bile mantıklı düşünebilen, sakin ve kararlı bir kral olarak tasvir eder. Böylece Oedipus’a hayran olan seyirci, hatasını anlayınca kendini kör eden hükümdara acır. Oyun cinayet mahalli ile başlasaydı baba katline sempati duymaz, tepeden tırnağa yıkılışına tanık olmazdık.

Dizi, Aslan’ın çapkın eniştesini döverek öldürdüğü sahneyle başlasaydı şiddet kınanırdı ve karakterin içindeki kırılgan çocuğu örtbas etme çabasını görmeyebilirdik. Tıpkı Oedipus gibi dizi de karakterlerin zirvesinde başlıyor. Aşıklar için uçakta buluşmak ne kadar klişe olsa da sahne Aslan’ın en parlak, en gösterişli, en güzel ve en nazik haliyle başlar. Ve güçlü, mükemmel bir ideal damat! Devin ise hoş, havalı, kimseye boyun eğmeyecek güçlü bir kadındır. Gittikleri İzmir’de hava kendileri kadar güneşli. Önce karakterin etrafa yaydığı dayanılmaz ışığı görüyoruz, böylece yavaş yavaş karanlığına tanık olabiliyoruz.

Kıvanç’ın ya da Serenay’ın çekimine kapıldığımız bu başlangıç ​​sayesinde daha sonra şahit olacağımız iç çalkantıları önemsiyoruz. Fırtınada dağılan kendi ailemizin gelgitlerini sorguluyoruz.

Nihan Kaya’nın ‘İyi Aile Yoktur’ adlı kitabında dediği gibi. Bir peri masalı ile başlayan dizi, harika aile mitini söndürüyor. Evlilikle biteceğine evlilikle başlar ve “onlar azizdir” yanılgısını yerle bir eder. Yeterli aile yok ama umarım dizinin kusurlarını kabul edebilen ve bu hataları tekrarlamamaya çalışan bir aile bize umut verir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu